Bengi Çakmak’ın şairimiz Merve Arlı ile yaptığı söyleşi Evrensel‘de yayımlandı. Söyleşinin tam metnini yayımlıyoruz.

Merve Arlı ile Hiç Seslenmemiş Olan Üzerine

Bengi Çakmak                                                                                                               

2005 yılından beri şiirleri, öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanan Merve Arlı’nın yıllarca ilmek ilmek dokuduğu şiirlerini bir araya getirdiği ilk şiir kitabı Hiç Seslenmemiş Olan, Anima Yayınlarından çıktı. Aynı zamanda bir felsefeci olan Merve Arlı’nın şiirlerinden bu felsefi tadı almak mümkün. Nitekim Arlı’nın anlatımının en özgün yanlarından biri, felsefi düşüncenin işleyiş biçimi ile şiirin engin duygusal potansiyelinin bir araya gelmiş olması diye düşünüyorum. Bu birliktelikten doğan derinlik, sorgulayıcılık ve tamamlanma hislerinin okuyucuyu etkisi altına alması ve bir yolculuğa çıkarması söz konusu. Evrenin ve canlılığın varoluşunu iç içe dillendiren bu kitap, “Evren Rüyası,” “Enkaz” ve “Yabancı” adında üç bölümden oluşuyor.

Şiirlerin oluşma sürecini, senin yazma sürecini ve nihayetinde bunları bir kitap haline getirme sürecini merak ediyorum. Bu süreçler nasıl gelişti, gündelik hayatına nasıl yansıdı? Merve Arlı’nın yazarlık deneyimi nasıldır?

Şiir benim için gerçekliği genişletmenin bir yolu. Diğer yollar arasında belki de en estetik olanı. Bu duyguyu hem şiir yazarken hem de okurken duyuyorum. Dünyayı keşfetmeye başlayan bir çocuğun zihninde yeni bağlantıların kurulması gibi… Ancak burada gerçekliği genişletmek derken ondan kaçmaktan bahsetmiyorum elbette. Realitenin içinden yeni imkanlara varmak, o imkanların var olduğunu bilmek benim için şiir.

Yazma sürecimde hayatımda bir yandan hep felsefe vardı. Akademik anlamda felsefeyle uğraşıyordum. Bu yüzden Hiç Seslenmemiş Olan’ı oluştururken çok durdum. Gerçekten durdum. Zihnimde ise zaman zaman yazdıklarım geri dönüyor ve bana kendilerini hatırlatıyordu. Sanki eski bir şarkıyı mırıldanır gibi zihnim yazdığım dizeleri mırıldanıyordu. O zaman yazdıklarımı yabana atmamaya karar verdim ve diğer bekleme süreci, yayınevi süreci başladı. Bundan sonrası ise ilk kitabını yayımlatmak isteyen birinin yaşadığı çaresizce bekleyiş, vazgeçiş, yeniden deneme gibi döngülere girdim. Sonunda editörüm Kenan Yücel’le konuştuk ve sonrası artık güneşli güzel bir günü beklemek gibiydi.

Felsefe eğitimi almış ve bu alanda doktoranı tamamlamış bir akademisyensin. Aynı zamanda şair ve öykü yazarısın. Felsefe ve edebiyat birlikte ne ifade ediyor senin için? Ya da özellikle şiiri düşünecek olursak, felsefe ve şiir arasında yazma deneyimi açısından ne tür bağlantılar veya kopukluklar var?

Felsefe ve edebiyat hayatımın tamamını kaplıyor diyebilirim. Her ne kadar akademik olarak felsefeye edebiyat tutkum için başlamış olsam da felsefe edebiyat için bir araç olarak kalamadı. Felsefenin çıkış kapısı yokmuş meğer. Şimdi baktığımda ise şiir ve felsefede bulduğum en temel yakınlık ikisinin de farklı şekillerde düşünce biçimleri olması. Bu ortaklığı çok seviyorum. Ayrıca hem felsefe hem şiir yalnızca kendisini amaçlayan etkinlikler. Bu yüzden her iki etkinlik de özgür ve sahici olmalı. Öylesine yapılan şeyler değil yani. Ne felsefenin ne şiirin doğasında öylesinelik var olabilir. Sanırım ikisi de yaşama, evrene, doğaya ve kendimize farklı bakma biçimleri sunuyor. Her seferinde varoluşumuzu, dünyada oluşumuzu yeniden anlamlandırmayı sağlıyor. Bu benzerliklerden sonra etkinliğin kendisine bakarsak benzerlikten çok kopukluk görüyorum. Aynı anda ikisine birden insanın kendini kaptırması mümkün değil. Şiir sanki bir köksüzlük arayışıyken felsefe illa kök salmak istiyor. En azından akademik olarak yapıldığında. Bu yüzden söylediğim gibi şiirde hep dura dura ilerledim.

Bir önceki soruyla ilişkili bir başka soruyu merak ediyorum. Şiirlerinde felsefi düşüncenin etkisi, hem tematik hem de yöntemsel açıdan hissediliyor. Öncelikle bu yerinde bir gözlem mi, sen de bu hisle mi yazdın? Eğer öyleyse, düşüncenin yoğunlaştığı temalar ve düşüncenin işleyişi bakımından bu kitapta felsefe ve şiir nasıl bir araya geldi?

Yöntemsel açıdan olmasa da sanırım bir noktada zihnimde felsefeyle şiir birleşiyor. Düşünürken ve yazarken ister istemez bilmek istediklerime yöneliyorum. Senin de fark ettiğin gibi özellikle evren, düzen ve kaos gibi bilinmezler ilgimi çekiyor. Bu bilinmezlerin içinde ben neredeyim? Ne kadar varım? Nereye kadar kendimi ve varoluşumu anlamlandırabiliyorum? Düşüncem hangi biçimde olursa olsun bu soruların peşinde koşmak istiyor. Felsefi olsun şiirsel olsun düşünce hep kendi yoluna gidiyor. Benim sanırım bu noktada bilinçle verilmiş bir kararım ya da tercihim yok. Bu kitaptaki şiirler de sanırım o bilinmezlere bir selam vermek içindi.

“Masalar kurulur masalar boşalır
Usulca dağılır çember gidersiniz
İç içe katlarım mesafeleri o zaman
Dursun için evrenin devri
Hayat bir ur olur büyür tenimde
Beklersiniz herkes beklenir
Ben kalırım
Ben hiç gidilmemiş olan”

Kitabın bir anlatıcısı, yani şiirleri söyleyen biri var ve onu yalnızca şair ya da yazar olarak değerlendiremiyoruz sanki. Canlı/cansız, insan/insandışı ikiliklerinin ötesinde bir varlığın konuşmalarına tanıklık ettiğimi hissettim. Bir yandan da evren, varoluş, belki yaratılış ve fırlatılış, yıkım, yabancılık ve ölüm gibi varoluşsal temalar oldukça belirgin. Anlatıcı bu temalar üzerinden yaşam ve ölüm döngüleriyle, kozmos ve kaosla, kendi tanıklıkları ve herkesin deneyimleriyle ilgili konuşuyor gibi. Böyle mi?

Galiba yapmak istediğim canlı/cansız, insan/insandışı gibi metafizik ayrımların dışından konuşmak, yani sözün kendisini ortaya çıkarmaktı. Ötelerden bir ses konuşsun istedim. Bu ses kimsenin olsun. Çünkü yazarken ortada bir ben kalmıyor. Düşünen her kim ise ses onun olsun. Bu yüzden herkese ait olabilecek bir ses ve herkese ait olabilecek sorular sormak istedim. Bunun klasik felsefeyle uğraşıyor olmamla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Özellikle İlkçağ düşüncesinde bu soru ortaklığını görmek mümkün. Ama dediğim gibi çok da bilinçle verilmiş kararlar değildi.

Bir diğer ilgimi çeken ise zaman ve mekân olgularının kitaptaki etkisi oldu. Hem tarihsiz/tarih-dışı bir zaman algısı hem de ıssızlık ve uçsuz bucaksızlık bir mekân algısından söz edebilir miyiz? Kimi zaman da geçmiş veya geniş zaman içerisinde olaylar anlatılıyor ve bunlar belli bir zaman-mekânda cereyan ediyor gibi. Zaman ve mekân üzerine ne söylemek istersin?

Zaman ve mekân sınırlarının ortadan kalktığı ya da henüz olmadığı bir “an” düşünmek istedim. Yine sanırım düşüncem bir şekilde her şeyin başlangıcına doğru gittiğinden. Bu sıfır noktasına gitmeyi hayal ettikten sonra tekrar geri dönüp insana, insanın hikayesine bakmak istedim. O yüzden bazı şiirlerde belirli bir zaman ve mekân söz konusu gibi gözüküyor. Bir belirsizlikten doğan ve belirsizliğin koşullandırdığı gerçekliğimizi gündelik hayatımızda nasıl yaşıyoruz, ilgimi çeken bu… Bir yandan da zaman-mekân sınırlarının kaybolması yazma faaliyetinin kendisinden kaynaklanıyor sanırım. Yazarken kendinizi bir “an”a kaptırıyorsunuz ama “an” sizi zamansızlığa ve mekânsızlığa açıyor. Bu yüzden sahici ve belirsizliği kabul ettiği oranda da cesur bir eylem, yazmak.  

“Kaderine 		anne
Deyip yürürken
İnsanlık sırtından
Dostça vurdu
vesözcüklerinivehayalleriniveçoktandırbirdamgagibitaşıdığıbedenini
Yavaşça
Yere bıraktı.
İsmi okunmadı
Doğa ayaklandı: 		Leyla!
Seni unutturmalı olduğunca
Etrafına toplandılar
Leyla bir çemberdi noktaladılar
Ve erkek erkeğe bir sohbete kuruldular”

Kitabın orta bölümüne de adını veren yabancı, toplumsal cinsiyet deneyimi olarak kadınlığı yaşayan birinin yabancılığı mı? Öteki olarak kadından söz edebilir miyiz kitabın yabancısından?

Bugüne kadar insanın dünyaya yabancılığı, dünyanın aşılamaz bir mesafe olarak orada duruyor olması çokça konuşuldu. Ancak kadının yabancılığı aynı düzlemde kalmıyor ne yazık ki. Kadının hikayesi daha da trajik çünkü dünyaya olduğu kadar medeniyete de yabancı bırakılmış durumda. Daha doğrusu medeniyet onun yabancılığı üzerine kurulu… Saçma da olsa yaşanan, zaman zaman kendimizi kaptırdığımız bir oyun sürüp giderken kadına oyunda bir özne olmadığı durmadan hatırlatılıyor. Kadının öncelikle yalanı gerçek gibi yaşaması mümkün olmuyor. Sonra yalana yalan dediği pozisyonda susturuluyor. Bu yalanı hatırladığı için de Platon’un mağarasından çıkarılan mahkûm gibi dönüp konuştuğunda sesi kesilmek isteniyor. Burada ayrıca felsefede olduğu kadar şiirde de kadının yabancılığını hatırlatmaya bilmiyorum gerek var mı?

“Çünkü ne varsa gecede yitik
Yıldızlar ve gök
Hareket ve sonsuz
Ne varsa işte gecede yitik
Ellerini de düşürmelisin artık
Bu ıssızlığı unutmalı ellerin
Dilin vakfetmeli umut dediği ne varsa
Dünyanın renkleri soldu çok oldu
Şimdi içimiz durgun bir nehir
Şimdi içimizde bir karabatak korkusu”

Su, ses, ışık gibi şeylerin varlığıyla ve yokluğuyla türlü imgelere dönüşüp anlatımında yoğunlaştığını düşünüyorum. Bunları kozmolojik bir anlatı içerisinde düşünebilir miyiz? Hatta bu kitapta yer alan kozmolojik veya tarihsel bir anlatıdan söz edebilir miyiz?

Burada sesin, ışığın işaret ettiği şey aslında biçimsizlik belki de, yani bir biçim veya tanım tarafından sınırlandırılmamış olan. Bu anlamda bildiğimiz, aşina olduğumuz bir evrenin içinde pek de aşina olmadığımız bir sınırsızlığa ya da sonsuzluğa işaret ediyor olabilir. Kitapta kozmolojik olmasa da kozmogonik bir anlatı söz konusu diyebilirim. Sokrates-öncesi düşüncede olduğu gibi istesek de istemesek de mitosun logosla birbirinin içine geçtiği bir yer orası. Belki düşünce olarak felsefi ama dile gelişi şiir… Bu anlamda şiir bize yeni bir imkân sunuyor. Bilmediklerimiz hakkında çelişkiye düşmemek adına susacak mıyız? Hayır, çelişkiyi de göze alarak konuşacağız. Şiir bana bunun imkanını sunuyor. 

Son olarak, kitabın üç bölümünü oluşturan evren rüyası, yabancı ve enkaz için ne söylemek istersin? Bunlar birer an ve durum olarak çizgisel olmayan bir biçimde bir araya geliyorlar sanki. Kitabı bu şekilde bölümlendirirken senin duygun ve düşüncen neydi?

“Evren rüyası” benim için her şeyin başlangıcını simgeliyor. Bizim rasyonel olmasını istediğimiz ama ister istemez mit düzeyinde kalan bir hikâye… Rasyonaliteyle, logos ile açıklanamıyor. Eğer akılla açıklanamıyorsa belki bir rüyada görülür diye düşündüm. Ayrıca, evrenin kendisi de bir rüya olabilir. “Yabancı” ise konuştuğumuz gibi evrendeki trajik konumumuz. Hem herkesle paylaştığımız ortaklığımız hem de kadının ve seslenmemiş olanın hikayesi… Enkaz ise her şeyin tükendiği bir anda elimizde kalan tek şey belki. Benim için o enkazdan yeni bir hayat yeşertme imkanının somutlaşmış hali.

Yanıtların için çok teşekkürler. Bizi şiirlerinle tanıştırdığın, böyle özgün ve güzel bir şiir kitabıyla buluşturduğun için de teşekkür etmek isterim. Senin eklemek istediğin bir şey var mı?

Bu güzel tespitlerin için teşekkürler. Umarım Hiç Seslenmemiş Olan’da okuyucu bir sesleniş bulur.

Evrensel, 16.3.2022, s. 10

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir